11 Ekim 2011 Salı

monika



karedeniza bir kere gittim, yani uzun uzun gezmek amacıyla bir kez gittim. yıllaar önce, yani ozon tabakasının delindiğinden haberimizin henüz olmadığı yıllarla aşağı yukarı aynı dönemde, sonrasında öğrenip de "yahu delinmiş işte basbaya" diye çok umurumuzdaymış gibi yaptığımız dönemden bir kaç yıl önce, yani şimdi deldiysek gelecek nesillere nasıl bir gökyüzü bıraktığımızı hemen hiç kimsenin aklına bile getirmediği dönemden çoook önce, kaşık düşmanı ilen birlikte gitti idik.

safranbolu'dan sonra, "yahu ne olacak, sahilden geze geze gideriz" deyip sahil yoluna kırdık, rize'ye varmamız bir hafta sürdü arabayla. tek tek anlatsam bitiremem, ki uzun yazmamaya çalışıyorum, yoksa güreş tefrikası gibi uzatmak konusunda mahirimdir (diğer tüm konulardaki mahirsizliğimin aksine)...

sahil yoluna indikten sonraki ilk birkaç saatte, "ne güzel koymuş burası, dur bir bakalım" dediğimiz her koyda önce durduk, sonra baktık ki durulacak güzel koy sayısı bizim tahminimizin ötesinde, hepsine göz ucuyla baka baka gittik.

görele'de ilk pidemizi yedik. önümüze gelen pidelerin üzerinde "1 parmak", 1 parmak dediysem hakikaten 1 parmak, tereyağı vardı. "abi sen bunun yağını biraz alıversen, bize çok gelir, biz alışık değiliz bu kadar yağa" falan dedik, adam bize "halis tereyağı bu" diyerek bozuldu. gezi boyunca ısmarladığımız tüm pideleri, "yağsız olsun lütfen" ısrarlı notuyla ilettiysek de, o bir parmağı ancak mek parmağa kadar düşürebildik. karadenizde, kızartılarak ya da pişirilerek (fırınlanan) hazırlanan herşeyde, tereyağın bir olmazsa olmaz olduğuna aymamız çok uzun sürmedi. 1 senede yediğimiz tereyağını takriba 1 haftada tüketmişizdir.

sinop, ordu, giresun'u kısaca şöyle geçeyim; yol üzerinde yeşil fındık, yani yaprakları henüz üzerinde olan kurutulmamış fındık satanlardan, arabada kucağımızdaki fındık stoğu tükendikçe aldık. hatun kırdı, ben yedim (arabayı kullanan ben olduğumdan).

sudan bol birşey olmayınca balık deyince karadenizli alabalık anlıyor (hamsi haricinde) biz onu anladık. tatlı suyun aktığı her bir yerin kenarında bir "tereyağda alabalık" pişiren adamlar var. mebzul miktarda yedik.

en keyifli vakti trabizon rize arasında geçirdik galiba.

sümela'yı görünce insanların orayı nasıl yaptığına hayret ettik.

fırtına deresi dedikleri yerde suyun çağıltısına hayran olduk.

ne köydü adını unuttum, kaşık düşmanına sormam lazım, köyün birine sırf sütlacı güzeldir dediler diye gittik. hakikaten süperdi.

zigana'ya varmadan derme çatma ahşap kulubelerden yapılmış "zigana tatil köyü"'nde kaldık. tahtakurularınca ısırıldık.

uzungöl'ün kenarındaki "tatil köyünde" yemek yedik ve konakladık. restorandaki garsonlar önce servis yaptılar. herkes yemeğini bitirince bir de horon teptiler. garsonlardan biri, "abi bize hem garsonluk yaptırıyorlar, bitince de oynatıyorlar" diye şikayet etti, çok güldük. daha da ilginci, kaldığımız odada "odalar ses geçirir" gibilerinden bir uyarı tabelası vardı, "ne sesi" diye düşünmeden edemedik, uslu uslu uyuduk.

herkes ayder yaylasını biliyor, ama onun ötesinde iki tane daha yayla var; birisi aşağı kavron, diğeri(si) yukarı kavron. tanımdan açık olacağı üzere, yukarı kavron daha yüksekte. ayder'de, evinin odalarını kiralayan bir haminnenin evinde kaldık. kadın konuşmaya başlıyor, sonra konuşmasının ana temasını unutup başka şeyler anlatıyor, sonra şans eseri denk gelirse başladığı konuya geri gelip konuşmasını tamamlıyordu. ses etmeden, ama sıklıka için için gülerek (şiveden dolayı) kendisini dinledik. kahvaltılarda bol bol bal, kaymak ve tereyağ (sürpriz olmasa gerek) yedik.

kavron yaylalarına gitmek için, ayder'in biraz ötesinde, artık arabayla daha ileriye gidemeyiz herhalde diye düşündüğümüz noktada arabayı bıraktık, sırt çantalarımızı aldık, yürüdük. gidiş geliş toplam 26 kilometre. yürüdük. yürürken yanımızdan bir kaç tane minibüs geçti. geçen minibüslerden birinin ön camında "karadeniz üniversitesi dağcılık kulübü" yazıyordu, onlar da utanmadan yanımızdan geçip gittiler. aynı "dağcılık" ekibini, 3-4 saat sonra yukarı kavron'a varmadan önce kaçkar'lara çıkmak üzere hazırlık yaparken bulduk. (o kadar yükseğe çıktıktan sonra kaçkarlar bir tepe endamındaydı sadece). yukarı kavron'a vardığımızda görüş mesafesi 10 metre bile yoktu, hiçbir şey göremedik. üzerimizde kabanlarımız (yaz mevsimi idi) ile bir çay içtik, ve geri döndük. dönerken sis biraz dağıldı, bol bol fotoğraf çektik.

yazının başlığı olan "monika", dönüş yolunda fotoğrafını çektiğimiz, süslü mü süslü, boynunda büyüğünden bir çıngırak asılı olan, kocaman bir inekti. fotosunu bulur bulmaz ekleştireceğim.

ertesi gün uyandığımızda bacaklarımızın her santimi ağrıyordu. doğru düzgün yürüyemedik bir kaç gün.

ama çok eğlendik be yav!

4 yorum:

sutlukahve dedi ki...

Hamsiköy olabilir mi o sütlacı meşhur olan?

katre dedi ki...

hah hamsiköydü vallahi zütlü hanım. ne sütlaçtı ama be! seneler geçmiş hala hatırlıyoruz tadını, kargoyla gönderirlermikine acaba istetsek falan.

EKMEKÇİKIZ dedi ki...

Biz çocuklar küçükken on sene önce benzer bir gezi yapmıştık. O gün bu gündür, Karadeniz gezisi dendiğinde hep "ahhh, orada olmalıydım şimdi" duygusuna gark olur, haset ederim.
Ayder'de yediğim tereyağında pişmiş alabalığın ve gözümüzün önünde yoğrulup kuzineye atılıp pişiriliveren mısır ekmeğinin tadını unutamam, bir de sabah kahvaltısındaki muhlamanın...
Off, daha fazla konuşamıycam fena oluyorum, daha Akçaabat köftesi ve Bafra pidesi bahislerine girmedik bile...
:))

katre dedi ki...

girmeyelim zaten. aç karna yazıp okumamak lazım böyle şeyleri, soluğu karadeniz pidecisinde / köftecisinde alacak insan.